Anasayfa > Selefilik > Selefiliğin Tasavvufa Bakış Açısı

Selefiliğin Tasavvufa Bakış Açısı

“Selefiliğin Tasavvufa Bakış Açısı” adlı makalemize geçmeden önce Selefilik hakkında daha fazla malumat sahibi olmak için Selef-i Sâlihîn Akidesi, Selefiliğin Temel Esasları, Selefilik Ehli Sünnetten Midir?, gibi yazılarımızı ve daha fazlasını sitemizden inceleyebilirsiniz.

Ehli kitap ile müşterek değerlerimiz bizi bir yapmadığı gibi tasavvuf ile müşterek değerlerimiz de bizi bir yapmaz. Özellikle itikadi konulardaki ayrışım bu cümleyi kurmamıza sebep olmaktadır. Her iki akım da İslam’ın temel ilkelerine bağlı olduğunu söylese de tasavvufun nasıl İslam’ın ana damarı Ehli Sünnet çizgisinden uzaklaştığını inşallah izah edeceğiz.

Selefiliğin Temel İlkeleri ve Tasavvufa Ana Eleştirisi

Selefiler, İslam’ın ilk dönemi olan sahabe ve tabiinin uygulamalarına sıkı sıkıya bağlı kalmayı esas alırlar. Bu bağlamda, Kur’an ve hadislerin zahiri anlamlarına büyük önem verirler ve Rasulullah (s.a.s)’dan sahih bir tevili yok ise ayetleri mantuku üzere bırakırlar. Oysa ki tasavvuf akımı ayetlere olur olmadık mana vermekte, hadislerin sıhhatine özen göstermemekte, sahih hadisleri de batıl bir şekilde şerh edebilmekteler.

Selefiler Mezhebe Bağlanma Konusunda Çekinceleri Varken, Tasavvuf Erbabının Tarikata Girme, Mürşid Edinme Şartına Eleştirileri

Kitap ve sünnet dini hayatın ana temelini oluştururken, İslam’a giren birisinin önünde dört mezhebi koyuyorlar. Tabi o kişi de birini seçmek zorunda. Tasavvufçular da ise mezhebin yanında bir de tarikat seçimini yapması gerekiyor. Çünkü onlara göre tarikat olmadan, bir şeyhe bağlanmadan kişi sapar. Bunu eskisi kadar net seslendirmeseler de satır aralarında bunu bulabiliyoruz. ‘Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır’ cümlesi tasavvuf camiasında hala yaşamını sürdürmektedir. Biz bunun da büyük bir hata olduğunu. Bırakın bir tarikata bağlanmayı herhangi bir mezhebe tabii olunmasına gerek olmadan Kitap ve Sünnetin, sahabenin metoduyla algılanabileceğini, bu dinin kolay olduğunu, Kitab’ın anlaşılmasının kolay olduğunu sadece biraz zaman gerektiğini düşünüyoruz.

Çevremize baktığımızda tarikatların çokluğu, birbirleri aralarındaki mücadeleler, yazılanlar, çizilenler pek de tasavvufi edep denilen olgunun günümüz tarikatların da işlemediğini görmekteyiz. Yakın bir zamanda üçe bölünen Türkiye’nin en büyük tarikatı ve aralarındaki dünyalık çekişmeler bizi desteklemektedir. O yüzden bir mutasavvuf karşısındaki kişiyi tarikatına dahil ettiğinde kendini başarılı addetmektedir. Oysa selefiler için önemli olan kendilerine bağlılık değil dine bağlılıktır.

Bazı mutasavvıfların dine dair cümlelerine bakınca Hristiyan birisini güya Müslüman yapıp mesela Kıbrisi’ye bağlandığını düşünelim. Hristiyan daha önceden İsa’ya ibadet ederken böyle bir yapıda İslam adına bir çok ilaha ibadet eder hale gelmektedir. Gavslar, kutublar, evtadlar… ‘İsa’ya ibadet etmeye devam etseydi daha iyiydi(!)’ denilebilecek bir ironi oluşturmaktadırlar. Akıl, mutezile de ilah, tasavvuf ehlinde irabta yeri yok denilecek bir boyutta olduğundan, müritlerin aklını tarikata/şeyhe boyun eğdiren bir yapıda eğittiklerini görüyoruz.

Selefilerin Şia ve Tasavvuf Ehli Arasında Gördükleri Benzerlikler

Belki başka bir makalenin konusu olsa da Şia ve tasavvuf bir çok konuda iki kız kardeş gibi olduğunu düşünüyoruz. Fakat Tasavvuf ehli düştüğü bu durumun farkında değil. Şia’daki imamlara gösterilen hürmetin onları ilahlaştıran bir boyut taşıdığını düşünürsek; müridin şeyhine yönelik hürmetinin bir benzerinin olduğunu görürüz. Hatta mürit şeyhinin gözlerine bile baktığında hata etmiştir. Biraz aşağıdaki satırlarda buna dair birkaç örneği sergiledik. Hatta bazen Allah’ın huzurunda ürpermeyen kalp bir şeyhi gördüğünde kontrolden çıkabiliyor. Kendilerini yerlere atıp garip hareket ve sesler çıkarabiliyorlar.

Bu tazim öyle boyuttaki ölmüş şeyhlerinin veya değer verdikleri kişilerin kabirlerinde Allah’ın huzurundaki bir tazimi onlarda müşahede ediyoruz. Selefilerin duayenlerinden Ebu Said Hoca’nın bir sözü de takriben şöyleydi: “Bazılarının anıtkabir’e gitmesi şeyhinin kabrine gitmesinden hayırlıdır. Çünkü anıtkabirdekinden bir şey istemeye gitmiyorlar ama diğer gittiği yerler için bir tazim ve beklenti içinde oluyorlar.”

Yine ehli tasavvuf, Allah’ın kitabının bir hikmeti var diyeceklerine şeyhimizin, sözlerinin, bakışının, susuşunun bir hikmeti vardır diyorlar. Dini referansların berraklığına rağmen tarikatlarının amentüsünü vahye tercih edebiliyorlar. Oysa takvalı bir mutasavvıf, hikmeti Allah’ın vahyinde aramalı şeyhinin vahye ters düştüğü meselelerde değil. Taklidin en kötüsü, başkalarının şirkini taklit, sonrada helali haram, haramı helal yaptıklarındaki taklittir. Biz kendilerini bir an önce selefin metoduna tabi olup vahyi telakki şekillerini değiştirmelerini kendilerinden bekliyoruz. Özellikle de şirk cehaletin zirvesidir. Bunun izalesi ancak ilim ile olur ama mealesef bulundukları yapıda tevhidi gerçekleştirecek bir ilim mevcut değil. Öğrendikleri usule göre de tarikatın dışına çıkmak, hatta başka bir şeyh edinmek yasak olduğundan bir sarmalın içinde kalıyorlar. Allahu müstean.

Selefiliğin Tevhid Akidesini Yozlaştırmalarından Dolayı Tasavvufa Eleştirisi

Selefiliğin Tasavvufa Bakış Açısı

Şirk ağır bir ceza olması hasebiyle Kitap ve Sünnette en çok bahsedilen konudur. Allah, şirkin dışındakileri affediyorsa bu tevhid’in büyüklüğündendir. Nitekim Zümer 65. Ayette, Rasulullah (s.a.v) şirk sebebiyle kendini kurtaramıyorsa başkasını hiç kurtaramaz. Şirk, Allah’a yaklaşma adına O’ndan uzaklaşmadır. Hemen hemen bütün şirk koşanlar, Allah rızasına kavuşmak için şirk koşmuşlardır.

Allah Resulü şirke giden tüm yolları kapatmıştır. Ama kendisinden sonra bazıları bu kapının açılmaması için mücadele ederken bazıları da bu kapının açılması için mücadele etmişler. Tasavvuf erbabının bir kısmının hangi yerde olduğu ortada.

Bir kul şirk içindeyse Allah’ın onu sevmediği de açıktır. Allah sevgisini önceleyen tasavvufun şirki gündem yapmaması, tevhidi ise vahdeti vücut şeklinde öğretmesi tasavvufun tabiilerine yapılan bir iyilik değil onları şeytana teslim etmektir. Bu mürşitlik de değildir.

İslam adına öğrendiğin şeyleri öğreten birisinin her dediğini sorgusuzca kabul edemezsin. Herkes geçmişini sorgulamak zorunda. Bazen imanı öğrendiğin kişiden iman ile beraber şirki de öğrenmiş olabilirsin. Nitekim Yusuf 106. Ayete göre insanların çoğu şirk koşmadan iman etmeyecekler. Öyleyse herkes üzerine düşeni yapmalıdır. Yanlış mürşid-mürit ilişkisinin bir benzerini anlatan sarih bir ayette:

Şuara 99-102. “Âlemlerin Rabbi ile sizi bir tutuyorduk. Artık bizim için bir şefaatçi yoktur. Ve (bizim için) sadık bir dost yoktur. Bizim için keşke bir kere daha (dünyaya dönüş) olsaydı, o zaman biz müminlerden olurduk.” Allah’a iman eden ama ortak koşan tipler bunlar. Sonunda da müminlerden olsak diyorlar yani isteklerinde şirksiz imanı kastediyorlar. Muhabbetullah başlığı altında Allah’ın razı gelmediği bir hayatı modeli edinenler, Ali İmran 31. Ayeti tekrar düşünmelidirler: (Ey! Muhammed) De ki : Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın… Rasulullah’ın sağlığında ve sonrasında kendisine güzelce uyan selefimizin içinde ‘Ene’-l Hak’ diyeni bilmiyoruz. ‘Cübbemin içinde Allah’tan başkası yoktur’ diyen sahabe de bilmiyoruz. Ya sahabeleri geçtiler ki bu muhal, ya da tam bir yanlış içindeler.

O sahabe topluluğu, ne şeyhinin bakışlarından feyz ile bilgileniyordu, ne Rasulullah’ı rabıta ederek manen yükseliyordu, ne de ölülerin kabirlerinden ilim tahsil ediyorlardı. Onlar Kur’an-ı Kerim ve nebimizin sünnetini bilenleri arayıp buluyor, dizlerinin dibinde dinliyor, bilmediğini soruyor ve öğrendiklerini öğretmek için çalışıyorlardı (Kabirdeki şeyhlerinden bilgi alan mürşitlere ve buna inanan müritlerin de empati yapmalarını bekliyoruz)

Biz Kuranda kendisinden önceki nebiyi zikredip onun yüzü suyu hürmetine Allah’tan bir hacetini isteyeni de göremiyoruz. Kuran da eksik bir şey bırakılmadığına göre onların bu iddiaları batıldır.

Selefilerin Tasavvuf Erbabını Müşrik Görüyor İddiası

Bütün bunlara rağmen kendileri hakkında cehaletin mazeretliğini kabul ettiğimizden dolayı arkalarında namaz kılmaktayız, kendilerine selam vermekteyiz. Kendileri bizim selamımızı almasa da Çünkü Selefi menhec de cehalet mazerettir. Herkese, her yerde, her zaman olmasa da cehalet mazerettir. Biz kendilerinin ‘La ilahe illallah’ demelerine rağmen bu kelimeyi tam manasıyla bilmediklerini, Rasulullah’a bağlılıklarını söylemelerine rağmen sünnet-bidat ayırımını başaramadıklarını düşünüyoruz. Hal böyle olunca kendilerini asla İslam çerçevesinin dışında görmüyoruz. Ama kendilerine bulaşan şirk ve bidatleri de seslendirmekten geri durmuyoruz.

Şirk amelleri bulunuyorsa nasıl müşrik görmüyorsunuz? Denile bilinir. Genelde ilimden nasibi olmayanlar fiil ile faili ayırmazlar. Bu konuda Hariciler ile bir kez daha ayrışıyoruz. Oysa İslam dininde fiil ile fail ayrılır. Bir kişi şirk ameli işler ama müşrik olmasına engel bazı hususlar bulunabilir. Mesela ikrah, cehalet, tevil vs.. Ebu Said Hoca’nın dediği gibi: Birisine ‘sen kafirsin’ – ‘sen müşriksin’ demek ona nasihat değildir. Ama yaptığı fiil için ‘şu küfürdür’ – ‘şu şirktir’ demek ona nasihattir.

Bazı cahil mutasavvıflar ‘bu şirktir’ dediğimiz için kendilerini müşrik gördüğümüzü sanıyorlar. Dediğimiz gibi ilim eksikliğinden kaynaklanan eksikler kendilerinde bir çok alanda mevcut. Bu meselede de olması gayet normal.

Din kemale ermiştir, tasavvuf ya da başka bir adla dine yapılan ekleme ve çıkarmalar ayeti yalanlamamızı gerektirir. (Bkz. Maide 3) Bizler Rasulullah’ın (s.a.v) hayatında Allah’a yaklaştıracak yeterince ibadet olduğunu hatta bunlara güç yetirmede zorlandığımızı düşünürken tasavvuf ehli bunların çoğunu es geçip kendilerinden bir takım ibadet ritüelleri ihdas ettiklerini üzülerek görmekteyiz. Oysa Sünnete çok değer verdiklerini iddia edip sahih hadisleri okumuyorlar, sünnette olmayan bazı şeyleri rahatça yapabiliyorlar. Çünkü şeyhlerine/sadatlarına mutlak güven ve teslimiyet var. Resule (s.a.v.) uyma adına bu yanlışa düşüyorlar/düşürülüyorlar. Nitekim tasavvuftan selefiliğe dönmüş bir çok insan bunu sonrasında itiraf ediyor. Hatta bir kardeşimiz yedi sene medresede okumasına rağmen kendilerine Buhari okumaları/dersleri yapılmadığını üzülerek söylemişti.

Selefilğin Tasavvufa Bakış Açısı | Selefiler Tasvvuf ehlini müşrik görüyor iddiası

Selefiliğin Tasavvuftaki Vahdet-i Vücud Eleştirisi

Vahdeti vücud bir tasavvuf terimidir. ve onun felsefesi Allah’tan başka varlık olmadığına, mevcud olan tek varlığın Allah olduğuna, var gibi gözüken ne varsa Allah’ın parçaları olduğuna inanmaktır. Bu inanış tasavvufun amentüsünün ilk şartıdır.

Bu inanışın İslam ile alakası olmadığından selefi bir kişinin bu inanca iyi bakmasını beklemek mümkün değildir. Vahiy referanslı olmayan bu inanç kişiyi vaadedilen cennetten alıkoyan bir inançtır ve bir an önce terk edilmesi ve hanif olan İbrahim’in gerçek tevhid inancına dönülmesi gerekir.

Niyazi Mısrî divanında şöyle diyor:1

“Bu cihanın halkına bir yorum uğrar benim,

Cem edip bunca kumaşı bir bezistan olurum,

Geh Nasâra, geh Yahudi, Gahi Tersa, geh Mecusi,

Gahî Şia, gah olur sünnî Müselman olurum”

Şu beyti, Kitap ve Sünnet naslarından dinini algılamış bir selefinin kabulü imkansızdır. Bunu ancak bir tasavvuf ehli kabul edebilir. O yüzden de zaten ‘Tasavvuf İslam da var mı?’ Sorusu sıkça sorulmaktadır.

Bu konuda Muhyiddin Arabi’nin2 de hakkını yememek lazım. En ilginç cümleleri de onun eserlerinde görebiliyoruz. Makalenin onun batıl örneklerini vererek uzamasını istemedik.

Selefiliğin Gaybı Taşlamaları Konusunda Tasavvufa Eleştirisi

Osman İbn Maz’un’un vefatı anında Rasulullah (s.a.v) yanında bulunuyordu. O anda kadın sahabi Ummü’l-Ala’nın onun hakkında şöyle dediğini işitti: “Ey Ebu Saib, Allah’ın sana ikram ettiğine şahadet ederim”. Rasulullah ona şöyle buyurdu: “Allah’ın ona ikram ettiğini ne biliyorsun?” Böylece Rasulullah (s.a.v), kadının gaybî bir konuda hüküm verdiğini bildiriyor ve onu uyarıyordu. Çünkü gaybî bir konuda hüküm vermek caiz değildi. Zira gaybı, Allah’tan başkası bilmiyor. Bunun üzerine kadın şöyle dedi: “Subhanallah, ey Allah’ın Resulü! Allah ona ikram etmemişse, kime ikram eder?” Bu itiraza Rasulullah (s.a.s.) beliğ ve açık bir ifade ile cevap vermiş ve şöyle buyurmuştur: “Allah’a yemin ederim ki, ben Allah’ın Resulü olarak yarın bana ne yapılacağını bilmiyorum”.3 Bu da işin sonucu ve kesin bir esasa bağlanması oldu. Çünkü Allah’ın nezdindeki yüce mertebesi ve değerine rağmen Rasulullah’ın (s.a.s.) bile endişe ve bekleyiş içinde olması gerekmektedir. Yani ahiretten korkar ve Rabbinin rahmetini umar olması lazımdır. İşte burada Ümmü’l-Ala’ hakikate ulaştı ve şöyle dedi: “Allah’a yemin ederim ki, bundan sonra hiçbir kimseyi tezkiye etmem”.

Oysa ki tarikatların çoğunda gayb ile ilgili taşlamalar, şeyhleri umumen tezkiye etme, hatta Cübbeli Ahmet’in aktardığına göre Nakşibendi’nin halidiye koluna bağlı birisi öldüğünde kabrinin bir fersah mesafesindeki diğer ölülere şefaat edebileceğini söylemektedir. Bunun gibi gaybı taşlamanın ötesine geçen hezeyan konuşmaları selefiliğin bu konularda da fersah fersah tasavvuftan uzak olduğunun işaretleridir. Ya Cübbeli’nin şu batıl dua eylemine davetine ne demeli: “Başına sıkıntı gelen Bağdat’a doğru dönsün 11 adım atsın. Fatiha ve 11 ihlas okusun. Yetiş ya Abdulkadir Geylani desin.” Şimdi bu şirktir desen, Abdulkadir Geylani’ye hakaret ediyorsunuz, salihleri sevmiyorsunuz diyecekler.

Yine onların iddialarına göre; tasavvufun mürşidi Allah Resulüdür. Kendinden sonra bu sırrı Ebubekir ve Ali’ye (r.a) verdi. Bu iddiaları da ilimsel ve bilimsel bir yön barındırmamaktadır.

Selefiliğin İslamı Kavramları Bozduklarından Dolayı Tasavvufa Eleştirisi

Sevgi kelimesi yerine aşk kelimesini kullanıyorlar. Çünkü aşk kelimesinin içini kendi hevalarına göre dolduracaklar, tanımlayacaklar. Sevgi ise Kuran ve Sünnet ile çerçevesi çizilmiş fıtri bir değerdir. Dolayısıyla kendi inanç tarzlarına göre bunu elde etmeleri çok zor.

Mürşid-Mürit İlişkisini Anlatan Şaşırtıcı Birkaç Madde:

Ne zaman ve nasıl gerekirse talip şu edeplere dikkat ve riâyet etmelidir:

Talip, gölgesinin, mürşidinin elbisesi üzerine düşe­cek yerde ayakta duramaz. Gölgesi mürşidinin gölgesi üzerine düşecek yerde de ayakta dikilemez.

Mürşidinin namaz kıldığı yere basamaz.

Mürşidinin abdest aldığı muslukta abdest alamaz.

Mürşide mahsus olan kapları kullanamaz.

Mürşidinin yanında su içemez, yemek yiyemez, bir başkası ile konuşamaz. Daha doğrusu hiç kimseye yüzünü çevirip yönelemez.

Mürşidinin gıyabında onun bulunduğu tarafa doğru ayağını uzatamaz.

Mürşidin bulunduğu tarafa doğru gıyabında bile ol­sa tüküremez.

Mürşidinden gördüğü her şeyi (zahir hayatta doğru görmese bile) onu doğru olarak algılar ve itikat eder. Çün­kü talibe göre mürşid yaptığı her şeyi ilham ve izin yoluy­la yapar. Bu durumda da itiraz etmek yersiz ve gereksizdir. Mürşidin hayatında görülen eksiklik ve aksaklık, müctehidin içtihadındaki hata gibi, o eksiklikten dolayı suçlana­maz. Hatta o iyi niyetinden dolayı o eksik hâlinden sevap da alır.

Siyaset ve Toplum:

Selefiler, tasavvufun siyasi ve toplumsal hayata müdahale ettiğini ve İslam’ın saf halini bozduğunu iddia ederler. Bir çok tarikatın siyasi güç kazanması ve toplum üzerindeki etkisi, bu eleştirinin günümüz de odak noktasıdır.

Tarihsel Süreçte Selefilik-Tasavvuf İlişkileri

Selefilik ve tasavvuf arasındaki ilişki, İslam tarihinin farklı dönemlerinde farklı şekillerde tezahür etmiştir. İlk dönemlerde tasavvuf henüz bu kadar batıla saplanmadığından eleştiriler bir boyutta kalsa da bugün gelinen nokta şirki tevhid, küfrü iman, bidatı sünnet telakki eden kişilerden dolayı selefiliğin tasavvufa eleştiri dozu artmıştır.

Günümüzde Selefiliğin Tasavvufa Etkisi

Günümüzde selefiliğin tasavvufa etkisi, coğrafi bölgelere ve toplumsal şartlara göre değişiklik göstermektedir. Türkiye bağlamında selefiliğin gelişmesi ile bu yapılar daha bir sorgulanır hale gelmiştir. Öze dönüş arttıkça tarikatların çekiciliği azalmaktadır. Mutasavvıf alimlerinin ilmi yetersizliği, dünyaya olan düşkünlükleri, siyasi erkle sıkı ilişkileri özellikle gençlerin tarikatlara ön yargısını arttırmıştır. Özellikle Cübbeli Ahmed’in selefiliği aşırı göstermeye çalışması, silahlanma iftiraları, haricilerle selefileri bir gösterme gayreti gözlerden kaçmamaktadır.

Tasavvuf Akımından İslam’a Ters Diğer Örnekler

Şeyhin Ruhundan Yaratılan Ruh Müridin Kalbine Tasarruf Eder Yalanı

Tarikat-ı Nakşibendî’de mürid tövbe edip intisap edin­ce Âlemlerin Rabbi mürşidin ervahından bir tane halk eder. O devamlı müritle olur, kalbi­ne tasarrufta bulunur. İsterse milyonlarca mürid bulunsun Allahu Teala o kadar ervah ya­ratır. Bu alemlerin Rabbi için zor değildir. Allahu Teala dostları olan Sadat-ı Nakşi­bendî için binlerce, hatta on binlerce ervah yaratır ve böy­lece tasarrufta bulunmalarına izin verir. Mürşid-i kamil Cenab-ı Hakk’ın izniyle ve yardımıyla ervahı vasıtasıyla müri­din durumundan haberdar olur. Günah işlemeye yeltenmez, namaz vakti uykudan uyanamayınca şeytan musal­lat olunca Allahu Teala’nın bildirmesiyle müridi görür, ikaz eder ve mâni olur.4

Musa (A.S) İle Gazali’nin Ruhaniyetiyle Görüşmesi Yalanı

Hazreti Musa (a.s), Hazreti Muhammed’in (s.a.v) ve onun ümmetinin fazilet ve büyüklü­ğünün, Allah (c.c) katındaki değerini Levh-i Mahfuzda gör­dükten sonra şöyle buyurur: “Ya Rabbi! Hazreti Muham­med’in (s.a.v) ümmeti olama­dım, bari ümmetini görenler­den olsaydım.” O sırada İmam Gazali’nin (r.a) ruhaniyeti oraya geliyor ve Hazreti Musa (a.s) ile görüşüyor.5

Hazreti Musa (a.s):

Sen kimsin? diye sorunca, İmam-ı Gazali:

Muhammed oğlu, Muham­med oğlu; Hamid oğlu İmam Gazali’yim diye cevap verir. Bu cevap üzerine Hazreti Musa (a.s):

– Künyeni neden bu kadar uzun söyledin, yalnızca İmam Gazali deseydin yetmez miy­di? diye sorar. İmam Gazali(r.a) cevap olarak:

– Allah (c.c.) Hazretleri ile konuşmaya gittiğin zaman sa­na “Sağ elindeki nedir?” diye sorulduğunda, sen onu tanıtır­ken “O benim asamdır. Ona dayanırım ve onunla davarla­rıma yaprak silkelerim ve on­da benim başka hacetlerim de vardır” diye uzun uzun anlat­tın, kısa cevap verseydin ye­terli olmaz mıydı?” şeklinde, sorusuna soruyla cevap verir. Hazreti Musa (a.s) cevap ola­rak:

– Ben Allahu Teala (c.c) ile biraz daha fazla konuşabilmek
için uzun uzun açıkladım, der.

İmam  Gazali (r.a) cevap olarak:

– Sen Allah (c.c)’ın büyük peygamberlerindensin. Kelimetullahısın. Kitap verilenler­densin. Onun için seninle daha fazla konuşma şerefine nail olabilmek için uzun açıklama­da bulundum, der.

Hepimiz Rasulullah (s.a.s)’ın Nurundan Yaratıldık İftirası

“Bu benlikten geçip hakka gidelim.”

Hepimiz Resulullah (s.a.s)’ın nurundan yaratıldık. Hakikatte imkân âleminde sadece O vardır. Bizler O’nun nurundan parlıyoruz. O hâlde ben, ben dememelidir.6

Mahmut Efendi’den Garip Bir Hikaye

Tarikat ehli bir zat Medine-i Münevere’ye gitmiş orada Allah’a dua ederek Resulullahı görmeyi murad etmiş. Zuhu­ratında Ravza-ı Mutahhara’nın yarılıp her defasında şeyhinin çıktığını görmüş bunun üzerine mürid şeyhine: Ben seni değil Resulullah (s.a.s)’ı görmek istiyorum.” demiş. Şeyhi de ona: “Ben Resulullah (s.a.s)’da fani oldum beni görmek O’nu görmektir evlâdım” diye cevap vermiş. (S.340)

“Yaratan, Yaratılan, Hâlık, Mahluk, Hep O’dur.” Yalanı

Yaratan, yaratılan, hâlık, mahluk, hep O’dur. O’nun dışında, O’nun varlığı haricinde hiçbir varlık tassavur edilemez. Çünkü vücut birdir.7

«Hazreti Âdem, Hazreti Yahya, Hazreti Yusuf, Hazreti İdris, Hazreti Musa ve İbrahim Aleyhisselâm’la görüştüm. Cümlesinden hakayık öğrendim. Bütün nebiler tarafından il­tifatla; «Hoş geldin ya varis-i Muhammedi» diye karşılandım.»8

Özetle tarikatların referans aldığı kitaplar halka sunulsa yazılanların yanlışlığını ilim sahibi olmayanlar bile fark eder. Nitekim Cübbeli Ahmet’in vb. sohbetlerinde anlattıklarına insanlar şaşırıyorlar ve red ediyorlar. Bir kısmı da mizah konusu yapıyor kendisini ve anlattıklarını. Bu da Türkiye gençliğinin İslam’dan uzaklaşmasına sebep olmaktadır. Bütün bu İslam’a ters inanç ve ibadetlerden sonra selefiliğin tasavvufa nasıl bakmasını istersiniz?


  1. Niyazi Divanı, s. 109, İst. Maarif Kitaphanesi 1963 ↩︎
  2. Muhyiddin İbn Arabi 1165 yılında Endülüs şehirlerinden Marsilya’da doğmuş ve 1240 yılında Şam’da ölmüştür. Otuz yıl İşbiliyye’de kalmış, sonra Şark’a gitmiştir. Tasavvufçular onu velilerin son halkası sayar. Hak ile batılın iç içe bulunduğu birçok eserleri vardır. ↩︎
  3. (Buhari, Cenaiz, 3) ↩︎
  4. Seyda – İntizar Erol, Timaş Yayınları, İstanbul 2002, s.68 ↩︎
  5. Seyda – İntizar Erol, Timaş Yayınları, İstanbul 2002 – (S.143-144) ↩︎
  6. Sohbetler – Mamud Ustaosmanoğlu (İsmailağa Camii İmam-Hatibi), Siraç Kitabevi, İstanbul-1995(S.114) ↩︎
  7. Fusus Ül-Hikem – Muhyiddin-i Arabi, M.E.B. Yayınları, İst-1992 – (S.13) ↩︎
  8. Muhyiddîn-i Arabi Fütühât-ı Mekkiye’nin 667. Bab ↩︎

Soru Bölümü